Kategoriler
Türk Sineması

Ahmet Kural ve Murat Cemcir’den yeni film

Ahmet Kural ve Murat Cemcir’in rol alacağı yeni filmi ‘Ailecek Şaşkınız’ oldu. Filmin senaryosu Selçuk Aydemir tarafından kaleme alındı.

NTV’de yer alan habere göre; Düğün Dernek ve Çalgı Çengi gibi filmlerin yanı sıra İşler Güçler ile Kardeş Payı gibi dizilere imza atan Ahmet Kural ve Murat Cemcir’in yeni filminin ismi Instagram’dan açıklandı. Kural, ‘Ailecek Şaşkınız’ adlı senaryonun fotoğrafını paylaştı. Kural geçtiğimiz günlerde Aydemir’in yeni bir aile komedisi filmi üzerine çalıştığını söylemişti.

İkilinin rol aldıkları Düğün Dernek filmi yaklaşık 7 milyon izlenerek büyük bir rekora imza atmıştı.

Kategoriler
Sağlık

Parmak delmeden kanda anlık glikoz ölçümü yapılabiliyor

Diyabet hastalarının her gün parmak delerek yaptığı glikoz ölçümü artık parmak delmeden yapılabilecek. Kanda glikoz takibi için parmak delerek yapılan takip artık yeni üretilen bir sistem sayesinde üst kola takılan bir sensör ile parmak delmeden yapılabilecek.

Üst kola yapıştırılan, 1 Türk Lirası büyüklüğünde bir sensör şeker ölçüm cihazına okutularak diyabet hastasının kan şekerini ölçüyor. Kıyafet üstünden de okutulabilen sensör ile aynı zamanda sudan etkilenmediği için denize girilebiliyor, duş alınabiliyor. Düzenlenen basın toplantısında anlatılan ölçüm cihazını kullanan Türkiye’deki tip 1 diyabetli tek basketbolcu olan Alper Saruhan ise bu cihazın hayatlarını kolaylaştırdığını belirtti.

DÜZENLİ GLİKOZ ÖLÇÜMÜ ÇOK ÖNEMLİ

İstanbul’da düzenlenen basın toplantısında konuşan İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Bilim Dalı’ndan Prof. Dr. Hasan İlkova düzenli glikoz ölçümünün diyabet hastalarının tedavisi için çok önemli olduğunu belirtti ve şunları söyledi:

“Diyabette en önemli şey eğitim. Her ne kadar ölçüm cihazları olsa da diyabet eğitimi her şeyin önünde olmalı. Bunun için ne kadar ayrılabilecek kaynak varsa, ne kadar insan varsa ayrılması gerektiği çünkü o eğitimi vermezseniz diğer önlemler çok fazla işe yaramıyor.”

İLKOVA: “ŞEKER YÜKLEMESİ TESTİ İLE ÇOCUKLARINIZ GERİ ZEKALI OLUR” KAMPANYASI HALK SAĞLIĞINA ZARAR VERDİ

Hipogliseminin de şeker hastalarında önemli bir risk oluşturduğuna dikkat çeken Prof. Dr. İlkova, 1998’de diyabet oranının yüzde 7’lerde olduğunu, 2010’da yapılan çalışmalarda ise bu oranın yüzde 14’e çıktığının tespit edildiğini açıkladı. Prof. Dr. İlkova, gebelikte diyabetin de risklerine değindi ve şunları söyledi:

“Gebelik diyabeti, gebeliğin son 3 ayında ortaya çıkan bir karbonhidrat metabolizması bozukluğu. Aranmazsa bulunamayan, bulunduğunda da mutlaka tedavi edilmesi gereken bir durum. Tedavi edilmediğinde de fazla kilolu bebeklerin dünyaya gelmesine ya da gelişme geriliği meydana gelmesine neden olduğunu biliyoruz. Bu iki durumda ayrı ayrı o bebeklerin erişkin insan olduklarında obezite riskini ve diyabet riskini daha fazla hale getiriyor. Sağlıklı bir toplumun meydana gelmesi için bu tarama mutlaka yapılmalı. Gebelikte şeker yüklemesi testi yapılırsa çocuklarınız geri zekalı olur diye bir kampanya düzenlendi bu da halk sağlığına çok önemli bir zarar verdi.”

“ÇOCUKLAR GECE UYANDIRILIP KAN ÖLÇÜMÜ YAPILIYOR”

Çocukluk çağı diyabetlerinin büyük bir bölümü tip 1 diyabet ve bu da insüline bağımlı yaşamak demek. İnsüline bağımlı yaşıyorsanız kan şekeriniz inişler, çıkışlar, değişiklikler yaşıyor demektir. Bunu da ancak ölçüm yaparak anlayabilirsiniz. Bunların hepsinde şekeriniz değişiyor. Tip 1 diyabetlinin de değiştiği için dışardan mutlaka insülin alması gerekiyor bunlara uyum sağlayabilmesi için. Bunu ayarlayabilmesi için de parmaktan kan şekeri ölçmesi gerekiyor. Uluslararası Çocukluk Çağı Diyabet Federasyonu günde 8 kez kan şekeri ölçümünü öneriyor. Gece yarısı 12:00’de ve gecede 1 kez 03:00’de ölçüm yapılmalı. 11 kez hangi aile hayatı kan şekeri ölçmeye dayanır, ayrıca hangi çocuk okulda, herkesin içinde çıkarır da parmağını ölçer ve hangi öğretmen dersi sırasında buna izin verir.

“EN İYİ YÖNTEM CİLT ALTI GLİKOZ ÖLÇÜM SİSTEMİ”

Hayatı boyunca çocukların şeker ölçümü yapması gerektiğine dikkat çeken Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk Endokrinoloji ve Diyabet Bilim Dalı’ndan Prof. Dr. Damla Gökşen, sık yapılan şeker ölçümleri ile şeker hastalarının hayatı boyunca daha az komplikasyon yaşayabileceğini belirtti ve bunun en iyi yolunun da cilt altı glikoz ölçüm sistemleri olduğunu söyledi. Prof. Dr. Gökşen şu noktalara dikkat çekti:

“Cilt altı glikoz ölçüm sistemlerinde iki ayrı mekanizma var. Birisi cilt altına koyulan sensörden 5 dakikada bir kan şekeri değerlerini yorumlayıp ekrana getiriyor. Bu sürekli glikoz ölçüm sistemleri. Bunlarda alarm da çalıyor ve uyarı veriyor. Bugünkü konumuz ise anlık glikoz ölçüm sistemleri. Çocukların çok hoşuna gidiyor bu sistem çünkü parmak delmek yok. Sadece kola taktığınız bir aparatı taradığınız zaman anlık olarak şekeriniz ortaya çıkıyor.”

TÜRKİYE’DEKİ TİP 1 DİYABETLİ TEK PROFESYONEL BASKETBOLCU

Türkiye’deki tek, tip 1 diyabetli profesyonel basketbolcu olduğunu belirten Alper Saruhan ise ilk diyabet tanısı konulduğunda, Türkiye’de hiç örneği olmadığı için konuştuğu doktorların kendisine sporu bırakmasını tavsiye ettiğini belirtti. Saruhan, bu önerilere rağman kan şekerini düzenli kontrol ederek spor hayatına devam ettiğini belirtti ve diyabeti olan çocuklara da spor yapmaları tavsiyesinde bulunarak şunları söyledi:

“Ben diyabette sporun ne kadar önemli olduğunu bilip aşılamaya çalışan biriyim ve bu doğrultuda bir sürü kampa giderek, bir sürü kardeşime ulaşmaya çalışıyorum. Türkiye’nin diyabette önyargının en önemli yaşanıldığı ülkelerden biri olduğunu düşünüyorum. Özellikle ‘Spor yapamazsın çünkü hipoglisemi yaşarsın’ uyarılarıyla. Geleneksel olarak bakarsak küçük yerlerde bu çocuklara kız bile verilmez. Çünkü biz askerlik yapamayız, ‘Yarım adam’ sayılıyoruz gibi ama bu aslında böyle bir şey değil. Bu bizim tercihimiz değil. Buna doğuştan sahip olanlar, sonradan sahip olanlar ve hiç sahip olmayacağını zanneden insanların bile stres faktöründen, yaşam faktöründen, düzensizlikten ben diyabet olduklarına tanık oldum. Şimdi bakıldığında spor yapabilmek, başarabilmek hem onların hayata karşı bakışlarını ve mücadelesini arttıran bir motivasyon kaynağı. Hem de ailelerinin beni gördüğü zaman ‘Alper abiniz de diyabetli ama sporcu. Diyabetini doğru yönetebiliyor. Sen de yönetebilirsin’ diye örnek olup onları da profesyonel olmasa da sporun içinde tutarak yaşamlarına kolaylık sağlamak benim görevim.”

Kategoriler
Romanlar

“Aşk gelince her şey durur”

BUSE İLKİN YERLİ

Yazar Talin Azar, ilk romanı “Kuklacı” ile raflardaki yerini aldı. Siyah Kitap’tan okuyucuyla buluşan roman, ölümsüz aşklara, mekanlara, tatlara ve temaslara dair sıra dışı bir hikaye…

Aşka inanç meselesi, romanda önemli bir yer tutuyor, öyle değil mi?

Kuklacı’da dört çiftin aşkından bahsedebiliriz. Hepsi İstanbul’da ve günümüze kadar gelmiş mekanlarda geçiyor. Bunlardan ilki 1920’lerde, ikincisi 1940’larda, üçüncüsü 1960’larda, bir diğeri ise 1990’larda yaşanıyor. Kahramanların hepsi kendi imkansızlıkları ve sıkışmışlıkları içinde aşklarına sahip çıkma mücadelesini gösteriyor.

Aşk gelirse her şey durur. En başta da akıl. Tüm zamanlarda. Buna Kuklacı’daki tüm aşk hikayelerinde tanık oluyoruz. Fakat iç hesaplaşmalarda aslında aşkın insanın bütün ilşkilerine ve sevme biçimlerine sızan bir tutkudan ibaret olduğunu farkediyoruz. Anne oğul, baba kız, abla kardeş, dede torun, hala yeğen, karı koca veya kadın erkek arasında. Aslında temelde fedakarlık, doğallık, samimiyet, mücadele, sahiplenme, değer verme, özlem ama en önemlisi de güven barındıran her sevme şeklinin toplamda aşkı yarattığını. Tutku ve aşkı birbirinden ayırd etmeye başladığımızda onun Kuklacı’da ele alındığı çerçeveyi algılıyoruz. Karakterlerden birinin tam da bu ayrımı yaptığı bir anda tutkuyu tariflediği gibi: “İrademi aşan bir duygu. Sürekli bir hayranlık. Yaşama amacım. Beni tüketen bir hedef.” Kuklacı’da tutkudaki haksızlık ve güvensizliğin altını çizmeye çalışıyorum. Oysa, aşk çok daha yüksek ve doygun bir duygu halini barındıran bir kavram olmalı. Olmalı ki sağaltıcı olsun. Ve hayatta kalabilelim. Aşka dair inancım ya da ondan beklentim iyileştirici olması.

“Hayırlı evlat olmak” kitabın ve yazarın dünyasında ne anlama geliyor?

Yaşlılardan öğrenilecek çok şey olduğuna inanırım. Demans yaşayan yaşlılardan dahi mutlaka birşeyler öğrenebileceğime inanırım. Tecrübeleri, kurdukları bazı anlamsız cümlelerin yapısına bile sirayet eder. Onlar algıları olmasa da sezgileri çocuklar kadar güçlü yetişkinlerdir benim için. Ömürlerinin yorgunluğu ve yıpranmışlığı ile sabırsız, telaşlı ve sinirli olmaları bile bana sevimli gelir. Öyle bir anda bir gülümsemeye tav olurlar. Yumuşarlar. Duygu halleri çocuklarınki kadar değişkendir. İniş çıkışları adeta kontrolsüzdür. Bir anları bir anlarını tutmaz. Ve bu en aciz yaşlıyı dahi dinamik yapar. Bazen söylemedikleri halde düşüncelerini ele verir ifadeleri. Bu ruh halinde kendimi bulurum. Küçük bir çocukla oynarken ya da konuşurken hayran olduğum o doğrudan hallerini yaşlılarda da hep görürüm. Hayatı açtığımız kapıların kapanırken ne kadar da benzer olduğunu her farkettiğimde hayatın büyüsüne tekrar hayran olurum. Aciz, kendi başına hayatta kalamayacak, üstüne titrediğiniz, hep koruma ihtiyacı duyduğunuz bir bebek neyse, bir yaşlı da o olmalı bence evlat için. Bir evlat, kendisine hayatı boyunca duyulan bu aşka, fedakarlığa, sahiplenmeye, değer vermeye ve en önemlisi de güvene ancak böyle karşılık verebilir.

“Aşk emektir!”

Titina ve Koço sevilmeyi öylesine hakkeden karakterler ki vericilikleri, doğallıkları, sevme kapasiteleri, sevimlilikleri ile. Onları korumayacak bir evlat ancak yılan olarak nitelendirilebilirdi.

Dönem romanı yazarken nasıl bir araştırma süreci geçirdiniz?

İlk etapta yaşlı ziyaretleri. Etrafımda o dönemde yaşamış ya da o dönemin hatıralarına sahip ne kadar yaşlı insan varsa onları ziyaret ettim. Ve hafızalarını zorlayacak sorular sordum. Her kesimden yaşlılardı. Bunu yaparken onların hatıralarını sömürmenin suçluluğunu duyuyordum. Zamanla onların da bu süreçten mutlu olduklarını farkettim. Sohbet, güzel vakit geçirmelerini sağlıyor ama bir yandan da anlattıklarının ciddiye alınması onlara kendilerini değerli hissettiriyordu. Onları yormaktan her çekindiğimde, asla yorulmadıklarını, ısrarla bana ne zaman istersem gelebileceğimi söylüyorlardı. Aslında yaşlılarla olan bu pratik, Kuklacı’ya özel değildi. Kendimi bildim bileli, karşıma çıkan herkesten yeni bir bilgi edinmenin yollarını ararım.

Yaşlı kişiler, size arkeolog gibi taşlar sunarlar. Birbiri ile ilgisiz, dağınık parçalar. Eğer bağlantılar hakkında araştırma yaparsanız, diğer uyumlu taşları da siz bulmaya başlarsınız. Dönemin gazete arşivlerini İstanbul Atatürk Kütüphanesi’nde taradım. Eski fotoğrafları da… Doktora programına kayıtlı olduğum İTÜ’nün kütüphanesi ilgili kitaplara, tezlere, makalelere ulaşmam için dipsiz bir kaynaktı. Aslında biraz daha eski bir dönemi çalıştığım doktora tezim mekanların aradığımdan daha da eski hallerini bana sunuyordu. 1908’den 1944’e hazrılanmış Pervititch haritaları, kadastro haritaları, yangın sigorta haritaları, fotoğraflar, eski Yeşilçam filmleri, Hayat mecmuası, Ses mecmuası, dönemin gazeteleri ve mekan ziyaretleri. Okuyarak algılayamadığım yerlere tekrar tekrar gidip hikayemin geçtiği dönemlerin seslerini, kokularını, yemeklerini hayal ediyordum. Zamanla gezdiğim yerler artık o döneme ait olmaya başladı.

Artık yerleştirmeye başladığım kendi taşlarım, neredeyse orijinaldi. La Paix’de Mazhar Osman’ın hastalara terapi amaçlı ekip biçtirdiği bahçeleri de görüyordum, Kör Agop’un meyhanesinde Adalar’dan getirttikleri defne yapraklı kılıç balığını da tadıyordum, Cahide Sonku’nun verdiği davetlerde dans da ediyordum. Emeğimin karşılığını o zaman aldım işte. Zamanın içinde istediğim yere zıplıyor, orada istediğim kadar kalıyordum.

Acı ve tutku arasındaki ilişki, bir metafor olarak memleket sevgisi yerine geçen aşk… Biraz açar mısınız?

Bence acı ve tutku birbirini tarifleyen iki kavram. Birisi olmadan birisi yok. Acı inişse, tutku çıkış. İkisi de iradeyi aşan duygular. Mantığı alt eden hisler. İnsanı anlaşılmaz davranışlara götüren ekstrem durumlar. Tüketen, yoran ruh halleri. Ama bu duygular, onlarla barışmamız uzun sürse de unutulabiliyor. Ve unutulduğu zaman abartmışım diyorsunuz.

Bu duyguyu hep hayran olduğum büyük usta Beethoven’in Opus 57, 23 numaralı piyano sonatı ile besledim. Tutku o müzikte olduğu gibi sonsuz haz ve ölümcül huzur noktalarının arasında durmamacasına koşuşmaktır. İki nokta da ütopiktir. Ama koşarken oralara varamayacağımızı farkedemeyiz. Bu ikisi bir türlü kavuşmaz. Tıpkı Stavro’nun Cahide’ye kavuşamaması gibi. Tıpkı hayal ve gerçeğin kavuşamaması gibi. Tıpkı Stavro’nun topraklarında ne kalabilmesi ne de onları terkedebilmesi gibi. Geçmişi onu inciten sözlerle ve yaralarla dolu. Cahide onun aradığı kucak, hatta ilk gördüğü anavatan, belki de verimli toprakları, ve hayalini kurduğu geleceği. Fakat bu toprak ona bir türlü sağlıklı bir güven ortamı sunmuyor. Stavro bir türlü istendiğinden emin olamıyor. Burada pasif bir agresiflik gösteriyor Cahide. Ne kal ne git diyor. İsteniyor muyum, istenmiyor muyum ikilemi çok kötü. Irk, dil, din olmamalı vatandaşlığı tarifleyen. Samimiyetle ait olmak, sahiplenmek, kucaklamak olmalı. Romandan bir politikacının cümlesi: “Bu ülkede Türk soyundan olmayanların hakkı hizmetçi olmak, köle olmaktır.” Sadece bu cümle bile hem soy hem de sınıfsal olarak ayrımcılık dolu. Değil mi?

Yalnızlığa bakışınız romanda kendini nasıl gösteriyor?

Yazı yazma tutkusu giderek yalnızlığımı daha çok sevememe sebep oluyor. Önceleri bu bir fobiydi. Yalnızlık algımın bana hayal ettirdikleri hep kabus gibiydi yazıdan önce. Çaresizlik, sesini duyuramamak, hayatta kalamamak.

Ben hep büyük ailelerde büyüdüm. Hısım, düşmanlık, kıskançlık nedir bilmeyen kocaman sülalelerin parçasıydım. Şanslıyım. Ve bu şansımı kaybetmekten hep çok korktum. Mutlu evlilik, değer bilen evlatlar, özgürlükçü aile büyükleri, baskısız sevgi… Bunlar bulması zor, kaybetmesi çok kolay olan nimetler. Etraftaki kayıplarda, yozlaşmalarda bunları deneyimlemek korkuları daha da büyütüyor.

“Cahide yapayalnızdı. Kendisi ve içki şişeleri. Bir sarhoşluk boyudur ömür diye iç geçirdi.” Bu cümledeki gibi bir kasvetti benim için yalnız kalma korkum.

Yalnızlık, karanlık, sessizlik, hiçlik ve ölüm kokusu ile bezeli benim için. Kıyamet gibi.

Kuklacı’daki karakterlerin her birisi yalnızlığı dramatik biçimde deneyimliyor. En başta sevemeyenler, sonra çok sevenler, sonra hayatın anlamını sevmek üzerine kuranlar… En küçüğünden en büyüğüne. Yeran, David, Şoför Cemal, Yaşlı Titina, Stavro ve belki de en fazla Cahide.

Kuklacı benim için bir milat. Bütün bu karakterlerin yalnızlığını deneyimlediğim için mi bilmiyorum. İthaf sözünde yalnızlar dediğim belki de kendim miydim acaba? Tek bildiğim artık yalnızlığımın kendi açımdan üretkenlik ve iyileştiricilik anlamına geldiği.

Yazım sürecinde gerçeklerden ne kadar ve nasıl esinlendiniz?

Kuklacı’da hayal gibi görünen herşey gerçek, çok gerçek gibi duran herşeyse hayal diye cevap verebilirim. Elleyemediğimiz, dokunamadığımız, neye benzediğini bilmediğimiz ruhlar gerçek mesela. Gene soyut olan kavramlardan aşk, tutku, haz, kıskançlık, arzu, merhamet, eziyet… O duyguların da hepsi gerçek.

Ailemde kaybolan bir Stavro amca hikayesi var. Kayboluşu gerçek. Fakat neden nasıl olduğunu hatırlayan ya da bana anlatan yok. O yüzden tek gerçekliğim hayallerim. Bu da araştırmacı tarafımın alışkanlığı olan sürekli soru üretme hali sayesinde oluyor. Stavro kimdi? Stavro kime benzerdi? Stavro neden kayboldu? Acaba delirdi mi? Yoksa birisi tarafından bir kötülüğe mi uğradı? Milliyetçi tartışmalara girmiş olabilir mi? Acaba alkol kullanır mıydı? Belki de alkollüyken ileri geri konuşmuştu. Ne iş yapardı? Nasıl giyinirdi? Yakışıklı mıydı? Kadınlara nasıl yaklaşırdı? Pekiyi ya o dönemde, kadınlara nasıl yaklaşırdı erkekler? Ya öncesinde? Acaba aşık olmuş mudur Stavro? Herkes benim gibi mi aşık olur? Başka başka aşklar var mıdır? Kim aşkı nasıl yaşar acaba? Okulda aşık olmuştur belki de. Okula gitmiş midir Stavro? Askerlik yapmış mıdır? Azınlıklar askerlik yapar mıydı o dönemde? Yapmayanlar kimlerdir o zaman? Pekiyi ya yapanlar, onlara yönelik kanunlar var mıdır? En iyisi yazmaktı. Çünkü yazmak gerçeğe yaklaşmanın, öğrenmenin, hayal kurmanın en eğlenceli yolu.

Bir diğer gerçeklikse İstanbul’un ölüme ve zamana meydan okuyan büyüleyici mekanları oldu. Kapalıçarşı’nın her bir taşının soluk aldığını, dile geldiğini hissetmiştim mesela. Mekan kimi zaman ölümün karşısında zamansızlığı temsil ediyordu. Kimi zaman tam tersiydi. Zaman, mekan, aşk ve iktidar çeşitli ikilikler yaratmakta hep yardımcıydı.

Bir insan klasiği olarak aldatma… Aldatmanın bu romandaki tarifi nedir?

Genelde kızılır aldatanlara. Kabullenmek istesek de tam olarak beceremeyiz. Yargılamaktan korksak da için için aldatmanın etiği içimizi kemirir. Çoğumuz da acımasızca yargılarız. Aşkın iyileştiriciliği ve mantığımızı kaybettirmesi açısından bakınca çok büyük bir çatışma. Çünkü aşk hep bir sıkışmışlık içinde. Edebiyatta yer bulmuş olmasının sebebi de bu bence. Karakterin düştüğü durumda anlayışımızı, ufkumuzu, affediciliğimizi zorlaması. Hemen aşık olanın tarafına geçeriz kurgularda. Ve adeta onunla arzular, onunla elde etmeye çalışırız aşkı. Bu bir aldatma bile olsa…

Bence aldatma aşağılık bir durum. Çünkü içinde yalan var. Bu aşk hastalığını affetiremeyecek kadar büyük bir yalan. Her yalan gibi söyleyeni de dinleyeni de terletir suçluluktan.

Acı, şüphe, kuşku ve paranoyaya yol açan, güvenden eser olmayan sahneler aldatma sahneleri. Bu açıdan tutku ile yanyana. Sürekli kendi kendini bir kandırma ve ikna etme hali. Kedine bir acıma hali. Burada eksik olan mertlik. Eğer bu aşksa ona sahip çıkılmalıdır. Aşka sahip çıkmaksa mertlik gerektirir. Aldatmaya ihtiyaç duymadan onu yaşamayı. Karakterlerimi seviyorum bu yüzden, yalana başvurmadan, açıklıkla aşkı böyle yaşamanın yollarını aradıkları, bu uğurda kendileri ile mücadele ettikleri için.

Azınlık psikolojisinin bu romana etkisini anlatır mısınız?

Ben Hataylı bir ailenin çocuğuyum. Orada içiçe yaşadığım levanten, yahudi, ortodoks, nusayri ve sünni toplulukların dillerini, adetlerini, kültürlerini hep bir arada deneyimleme şansını buldum. Günümüzde oradaki yaşantıyı, tarihin saklı penceresinden görebildiğim kadarıyla eski İstanbul’da yaşanan kozmopolit yaşantıya benzetebilirim. Tarih genelde ilgimi çeken ve hep kendimi yetersiz hissettiğim bir alandır. Bu yüzden mümkün olduğu kadar tarihi öğrenmek amacıyla yazacağım dönemler ve konular seçmeye çalışırım.

Araştırma alanımda mutlaka azınlık bir grup belirlemek de bir başka öğrenme hevesim. Kendimizi ve başkalarını anlamaya çalıştıkça uzlaşının sağlanabileceğine dair umudum sınırsızdır.

Küçüklüğümde annemin ben ve kardeşime aşıladığı hep şuydu. Bir sorun varsa bu iki taraflıdır! Bu bir boşanma da olsa, toplumsal bir ayrışma da olsa. Beraberliklerde unutulmayacak güzellikte hatıralar da vardır, tarafların tahammülsüz davrandığı ve birbirlerini incittiği anlar da. Hatta kıskançlıklar da. Eğer beraber inşa ettiğiniz geçmişe güveniniz ve saygınız varsa, karşı tarafı dinlemeye devam edersiniz. Onu dinlerseniz tekrar bağışlamak, affetmek ve geleceği beraber inşa etmek için yollar ararsınız. Birini dinlemek onu sevmemizi sağlayabilir. Yaşlı ve çocuklardaki içtenlikte olduğu gibi, o anda duygularımızı ortaya koymadıysak, tartışmadıysak, doğrudan ve içtenlikle çözümlemediysek, içimizde kalanları ısıtıp ısıtıp düşmanın gözüne sokuyorsak… Düğümlerden bir topağın üzerine kuruyoruz yapıyı. Duygularını ifade etmeyi öğrenmeli insan. Yansıtmadan, çarpıtmadan, genellemeden. Ve hatalarını kabullenmeyi, özür dilemeyi aşağılayıcı değil yapıcı tarafıyla algılamalı. Affetmek, affedeni rahatlatır en çok. Ben böyle inanır, böyle yaşarım.

Stavro’nun ailesine, yani Tatavla halkına gelince, onlar, tarih içinde bizler kadar rahat değillerdi. Yüzyılın başında yaşadıkları altyapı sorunları, yangın tehditleri zamanla başka formlarda vücut buldu. Askerlik, mülk ve milliyet gibi konularda yaşadıları kimlik çatışmalarını zorlayıcı vergiler, mübadeleler, nüfus değişimleri takip etti. Ekonomik üstünlüğün bedelini basında yürüyen acımasız propagandalar karşısında ödüyorlardı. Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Olayları, Aşkale çalışma kampı, sınırdışı edilme söylentileri, şehir fısıltıları, kol gezen korkular, milliyetçi bakış açıları… Tüm bu faktörler romandaki bütün karakterlerin psikolojisini etkiliyor. Okurken bu psikolojilerin nasıl davranış sistemlerine dönüştüğüne şahit oluyoruz.

Aidiyetin başka ülkelerde, yabancı dillerde, kilise ve ibadethanelerde aranmasının ve bir türlü kendi memleketinden başka yerde bulunamamasının sebebi sanırım bu.

Kategoriler
Sinema

Kruger: Fatih Akın, Almanya’nın en önemli ve yaratıcı sinemacısı

Fransa’da düzenlenen 70. Cannes Film Festivali’nde Fatih Akın‘ın yönetmenliğini yaptığı In The Fade filmiyle en iyi kadın oyuncu ödülü alan Diane Kruger “Fatih’in isteğiyle role hazırlanmak için geçici olarak Hamburg’a yerleştim çünkü Türkiye’den gelenlerin kültürünü, gelenek ve göreneklerini gerçekten anlamak için buna ihtiyacım vardı. Bildik imajımın dışına taşabileceğim, sınırlarımı sonuna kadar zorlayacağım fırsatı Fatih Akın verdi. Bir nevi hayatımın rolü oldu” diye konuştu. Hollywood yıldızı ilk kez bu filmle anadili Almanca ile kamera karşısına geçti.

Cumhuriyet gazetesinden Esin Küçüktepepınar‘ın haberine göre Hollywood yapımı Truva’daki Truvalı Helen rolünden Tarantino’nun Soysuzlar Çetesi’ne sinemada parlak fırsatlar bulan Kruger, Fatih Akın’ın filmi için “Beş yıl bekledim ama iyi ki beklemişim” dedi.

“Almanya’nın en önemli ve yaratıcı sinemacısı”

Beş yıl önce tam da buradaki bir partide tanışmıştık diyen Kruger sözlerine şunları ekledi:

“Fatih’le çalışmayı öylesine çok istiyordum ki, itiraf edeyim, iki üç tane ‘shot’ attıktan sonra yanına gidecek cesareti ancak topladım. Bakmayın, çok utangaç bir insanım ve hayatta bir yönetmene giderek rol istemedim. Ama şu an bence Almanya’nın en önemli ve yaratıcı sinemacısı, denemeye değerdi. Beş yıl bekledim ama iyi ki gitmişim.

Fatih Akın hayatımın rolünü verdi

“Bildik imajımın dışına taşabileceğim, sınırlarımı sonuna kadar zorlayacağım fırsatı Fatih Akın verdi. Bir nevi hayatımın rolü oldu. Zorlayıcı ve istediğini almak için sizi sürekli iteleyen bir yönetmen. Sıradanlıkla ilgilenmiyor. Elbette ben de teslim oldum. Kardeş gibi sevdik birbirimizi”

Diane Kruger, In The Fade (Solgun/Aus des Nichts) filminde kocası ve küçük oğlunu ırkçı bir bombalama olayında kaybeden Katja Şekerci rolünü canlandırıyor. Almanya’da sekizi Türk 10 kişiyi öldürmekle suçlanan aşırı sağcı terör örgütü NSU üyelerinin yargılandığı davadan esinlenilmiş senaryosuyla film güçlü başlıyor. Batı aleminde son dönem hortlayan neo- Nazizm ve İslamofobi gibi meselelere dikkat çekmesiyle cesur davranıyor. Gelgelelim bir süre sonra derdini gayet bir sıradan anlatıma teslim eden film yavanlaşıyor ve tartışmalı finaliyle meselenin önemine gereksizce ikna etme çabasına giriyor. Finali konuşacaksak, Diane Kurger’in bununla ilgili hiç derdi olmamış: “Herkesin düşüncesi kendine, siz Katja Şekerci’nin yerinde olsanız ne yapardınız, bunu düşünün. Bence hayal etmek dahi acı veriyor. Zaten bu güzel günde, şan ve şöhret ortamında, bu tür acılardan konuşmak, rolümün hakkını nasıl da vermeye çalışmamdan söz açmak dahi absürd ama hiç değilse bu tür filmler farkındalık yaratıyor, bu da insana bir parça iyi geliyor.” dedi.

“Sıkıcı kasabamdan kaçmam ve hayatımın amacını bulmam gerekiyordu”

Almanya’nın küçük bir kasabasından Paris’e yola çıktığında henüz 15 yaşında olan Kruger “Ne istediğimi bilmiyordum ama çok azimli ve iddialıydım. O hiçbir şeyin olmadığı, bir yeni yetme için öldürücü derecede sıkıcı kasabamdan kaçmam ve hayatımın amacını bulmam gerekiyordu” diyor.

Sanat tarihi mezunu Hollywood yıldızı baleyle de ilgilenmiş. Ardından mankenlik ve oyunculuğa geçen Kruger sözlerine şunları ekledi:

“Çocukluğumda çevremizde hiç mülteci aile yoktu, Türklerle bir bağlantım, kültürlerini tanıyacak fırsatım olmadı. Sonrasında da zaten hep Almanya dışında yaşadım. Fatih’in isteğiyle role hazırlanmak için geçici olarak Hamburg’a yerleştim. Çünkü Türkiye’den gelenlerin kültürünü, gelenek ve göreneklerini gerçekten anlamak için buna ihtiyacım vardı.”

Kategoriler
Şiir

Zahrad’ın kaleminden içinden kedi geçen şiirler

Modern Ermenice şiirin en önemli isimlerinden Zahrad’ın kediler üzerine yazdığı şiirleri ve yine şairin yaptığı çizimleri Aras Yayıncılık tarafından yayımlandı.

Zareh Yaldızcıyan namı diğer Zahrad, 21 Şubat 2007’de, yani Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in suikaste uğramasından yaklaşık bir ay sonra hayatını kaybetti. Ermeni toplumunun 2007 yılı başındaki ikinci büyük kaybı olan şair, verdiği son röportajında Agos gazetesinden Talin Suciyan’a “Şair anadili ile yazmalı, ya da dua ettiği dille…” diyordu. Kendisinin de anadili ile başladığı edebiyat yolculuğu 1943’te Jamanak gazetesinde yayımlanan şiiri ile başlamış, ömrünün son yıllarına kadar da devam etmişti.

zahrad-in-kaleminden-icinden-kedi-gecen-siirler-294247-1.

Zahrad’ın eserleri bugüne kadar 22 dile çevrildi ancak doğduğu ülkede, Türkiye’de nispeten daha az tanındı. Mesela 1993’te yapılan ilk Türkçe çevrisi öncesinde kendisinin eserleri İngilizce okurla çoktan buluşmuştu bile. Aras Yayıncılık, modern Ermeni şiirinin bu ulu çınarının yapıtlarını Türkçeye kazandırmaya devam ediyor. Mizah ustası ve çevirmen Ohannes Şaşkal’ın çevirdiği “Yağ Damlası”, “Yapracığı Gören Balık” ve “Işığını Söndürme Sakın” kitaplarıyla Türkçe okuyucusu ile buluşan şair, iki sene önce Rober Koptaş’ın editörlüğünde “Ferah Tut Yüreğini” ile karşımıza çıkmıştı.

Yine Ohannes Şaşkal’ın çevirisi ile…

Zahrad’ın ölümünden 10 yıl sonra Aras tarafından yayımlanan kitabı “Gaduner” (Kediler) kitabı ise şairin daha az bilinen bir yönünün altını çiziyor. Zahrad’ın çok sevdiği kediler üzerine yazdığı şiirlerini kübik tarzdaki çizimleri ile birleştiriyor. Yine Ohannes Şaşkal’ın çevirisi ile… Önsözde Ohannes Şaşkal şöyle anlatıyor kitabı: “Elinizde tuttuğunuz kitapta, türlü halleriyle “kedi”nin bizzat özne alındığı ya da rol oynadığı, rol biçildiği şiirleri bulacaksınız. Jondor, Piçon, Maymun ve Kontes, adına şiir yazılmış kediler; Zahrad’ın gözde kedileri, karakteristik özellikleriyle iz bırakmış, sıradışı kediler… Ayrıca, bir kısmının adı şair tarafından konmuş olan Cımbız, Dola, Şeyla, Aerobik / Arap, Periş (Perişan’dan), Gağlik (Aksak), Pısğunk (Kusmuk – tüylerinin alacalı, kirli sarı renginden solayı) gibi daha nice özgün, ev ve sokak kedilerini de saymadan geçmek olmaz.”

O kedilerin hepsinin de şairin geçmişinde, aile hikayesinde ayrı bir yeri, farklı bir anısı var. Ama Jondor’un yeri ayrı. Agos’tan Lüsan Bıçakçı’ya konuşan Zahrad’ın hayat arkadaşı Anayis Yaldızcıyan, Fransızca altın sarısı anlamına gelen Jondor’un önemini şöyle anlatıyordu: “Bir gün evde fark etmişler ki, Jondor’un oynadığı şey, gerçek altın. Meğer kedi, Zareh’in dedesinin evde sakladığı altınların yerini bulmuş, çıkarmış. Bunu gülerek anlatırdı.”

Yaldızcıyan, ünlü şairin eserleri ile ilişkisini anlatmak için “Hayatta onu mutlu eden şey, kendi şiiriydi.” diyor ve ekliyordu: “Çok isteyip de gerçekleşmeyen bir arzusu yoktu. Örneğin çocuk sahibi olmadık, olmayı istememiştir, bundan da hiç pişmanlık duymazdı. Ama bir kitabının neşredilmesi onu çok mutlu ederdi.” Bu açıdan bakıldığında, Aras Yayıncılık’ın yayımladığı “Gaduner” / Kediler kitabı belki okuyucularını mutlu ettiği kadar aramızda olmamasına rağmen yazarını da mutlu ediyordur… Kim bilir?