BUSE İLKİN YERLİ
Yazar Talin Azar, ilk romanı “Kuklacı” ile raflardaki yerini aldı. Siyah Kitap’tan okuyucuyla buluşan roman, ölümsüz aşklara, mekanlara, tatlara ve temaslara dair sıra dışı bir hikaye…
Aşka inanç meselesi, romanda önemli bir yer tutuyor, öyle değil mi?
Kuklacı’da dört çiftin aşkından bahsedebiliriz. Hepsi İstanbul’da ve günümüze kadar gelmiş mekanlarda geçiyor. Bunlardan ilki 1920’lerde, ikincisi 1940’larda, üçüncüsü 1960’larda, bir diğeri ise 1990’larda yaşanıyor. Kahramanların hepsi kendi imkansızlıkları ve sıkışmışlıkları içinde aşklarına sahip çıkma mücadelesini gösteriyor.
Aşk gelirse her şey durur. En başta da akıl. Tüm zamanlarda. Buna Kuklacı’daki tüm aşk hikayelerinde tanık oluyoruz. Fakat iç hesaplaşmalarda aslında aşkın insanın bütün ilşkilerine ve sevme biçimlerine sızan bir tutkudan ibaret olduğunu farkediyoruz. Anne oğul, baba kız, abla kardeş, dede torun, hala yeğen, karı koca veya kadın erkek arasında. Aslında temelde fedakarlık, doğallık, samimiyet, mücadele, sahiplenme, değer verme, özlem ama en önemlisi de güven barındıran her sevme şeklinin toplamda aşkı yarattığını. Tutku ve aşkı birbirinden ayırd etmeye başladığımızda onun Kuklacı’da ele alındığı çerçeveyi algılıyoruz. Karakterlerden birinin tam da bu ayrımı yaptığı bir anda tutkuyu tariflediği gibi: “İrademi aşan bir duygu. Sürekli bir hayranlık. Yaşama amacım. Beni tüketen bir hedef.” Kuklacı’da tutkudaki haksızlık ve güvensizliğin altını çizmeye çalışıyorum. Oysa, aşk çok daha yüksek ve doygun bir duygu halini barındıran bir kavram olmalı. Olmalı ki sağaltıcı olsun. Ve hayatta kalabilelim. Aşka dair inancım ya da ondan beklentim iyileştirici olması.
“Hayırlı evlat olmak” kitabın ve yazarın dünyasında ne anlama geliyor?
Yaşlılardan öğrenilecek çok şey olduğuna inanırım. Demans yaşayan yaşlılardan dahi mutlaka birşeyler öğrenebileceğime inanırım. Tecrübeleri, kurdukları bazı anlamsız cümlelerin yapısına bile sirayet eder. Onlar algıları olmasa da sezgileri çocuklar kadar güçlü yetişkinlerdir benim için. Ömürlerinin yorgunluğu ve yıpranmışlığı ile sabırsız, telaşlı ve sinirli olmaları bile bana sevimli gelir. Öyle bir anda bir gülümsemeye tav olurlar. Yumuşarlar. Duygu halleri çocuklarınki kadar değişkendir. İniş çıkışları adeta kontrolsüzdür. Bir anları bir anlarını tutmaz. Ve bu en aciz yaşlıyı dahi dinamik yapar. Bazen söylemedikleri halde düşüncelerini ele verir ifadeleri. Bu ruh halinde kendimi bulurum. Küçük bir çocukla oynarken ya da konuşurken hayran olduğum o doğrudan hallerini yaşlılarda da hep görürüm. Hayatı açtığımız kapıların kapanırken ne kadar da benzer olduğunu her farkettiğimde hayatın büyüsüne tekrar hayran olurum. Aciz, kendi başına hayatta kalamayacak, üstüne titrediğiniz, hep koruma ihtiyacı duyduğunuz bir bebek neyse, bir yaşlı da o olmalı bence evlat için. Bir evlat, kendisine hayatı boyunca duyulan bu aşka, fedakarlığa, sahiplenmeye, değer vermeye ve en önemlisi de güvene ancak böyle karşılık verebilir.
“Aşk emektir!”
Titina ve Koço sevilmeyi öylesine hakkeden karakterler ki vericilikleri, doğallıkları, sevme kapasiteleri, sevimlilikleri ile. Onları korumayacak bir evlat ancak yılan olarak nitelendirilebilirdi.
Dönem romanı yazarken nasıl bir araştırma süreci geçirdiniz?
İlk etapta yaşlı ziyaretleri. Etrafımda o dönemde yaşamış ya da o dönemin hatıralarına sahip ne kadar yaşlı insan varsa onları ziyaret ettim. Ve hafızalarını zorlayacak sorular sordum. Her kesimden yaşlılardı. Bunu yaparken onların hatıralarını sömürmenin suçluluğunu duyuyordum. Zamanla onların da bu süreçten mutlu olduklarını farkettim. Sohbet, güzel vakit geçirmelerini sağlıyor ama bir yandan da anlattıklarının ciddiye alınması onlara kendilerini değerli hissettiriyordu. Onları yormaktan her çekindiğimde, asla yorulmadıklarını, ısrarla bana ne zaman istersem gelebileceğimi söylüyorlardı. Aslında yaşlılarla olan bu pratik, Kuklacı’ya özel değildi. Kendimi bildim bileli, karşıma çıkan herkesten yeni bir bilgi edinmenin yollarını ararım.
Yaşlı kişiler, size arkeolog gibi taşlar sunarlar. Birbiri ile ilgisiz, dağınık parçalar. Eğer bağlantılar hakkında araştırma yaparsanız, diğer uyumlu taşları da siz bulmaya başlarsınız. Dönemin gazete arşivlerini İstanbul Atatürk Kütüphanesi’nde taradım. Eski fotoğrafları da… Doktora programına kayıtlı olduğum İTÜ’nün kütüphanesi ilgili kitaplara, tezlere, makalelere ulaşmam için dipsiz bir kaynaktı. Aslında biraz daha eski bir dönemi çalıştığım doktora tezim mekanların aradığımdan daha da eski hallerini bana sunuyordu. 1908’den 1944’e hazrılanmış Pervititch haritaları, kadastro haritaları, yangın sigorta haritaları, fotoğraflar, eski Yeşilçam filmleri, Hayat mecmuası, Ses mecmuası, dönemin gazeteleri ve mekan ziyaretleri. Okuyarak algılayamadığım yerlere tekrar tekrar gidip hikayemin geçtiği dönemlerin seslerini, kokularını, yemeklerini hayal ediyordum. Zamanla gezdiğim yerler artık o döneme ait olmaya başladı.
Artık yerleştirmeye başladığım kendi taşlarım, neredeyse orijinaldi. La Paix’de Mazhar Osman’ın hastalara terapi amaçlı ekip biçtirdiği bahçeleri de görüyordum, Kör Agop’un meyhanesinde Adalar’dan getirttikleri defne yapraklı kılıç balığını da tadıyordum, Cahide Sonku’nun verdiği davetlerde dans da ediyordum. Emeğimin karşılığını o zaman aldım işte. Zamanın içinde istediğim yere zıplıyor, orada istediğim kadar kalıyordum.
Acı ve tutku arasındaki ilişki, bir metafor olarak memleket sevgisi yerine geçen aşk… Biraz açar mısınız?
Bence acı ve tutku birbirini tarifleyen iki kavram. Birisi olmadan birisi yok. Acı inişse, tutku çıkış. İkisi de iradeyi aşan duygular. Mantığı alt eden hisler. İnsanı anlaşılmaz davranışlara götüren ekstrem durumlar. Tüketen, yoran ruh halleri. Ama bu duygular, onlarla barışmamız uzun sürse de unutulabiliyor. Ve unutulduğu zaman abartmışım diyorsunuz.
Bu duyguyu hep hayran olduğum büyük usta Beethoven’in Opus 57, 23 numaralı piyano sonatı ile besledim. Tutku o müzikte olduğu gibi sonsuz haz ve ölümcül huzur noktalarının arasında durmamacasına koşuşmaktır. İki nokta da ütopiktir. Ama koşarken oralara varamayacağımızı farkedemeyiz. Bu ikisi bir türlü kavuşmaz. Tıpkı Stavro’nun Cahide’ye kavuşamaması gibi. Tıpkı hayal ve gerçeğin kavuşamaması gibi. Tıpkı Stavro’nun topraklarında ne kalabilmesi ne de onları terkedebilmesi gibi. Geçmişi onu inciten sözlerle ve yaralarla dolu. Cahide onun aradığı kucak, hatta ilk gördüğü anavatan, belki de verimli toprakları, ve hayalini kurduğu geleceği. Fakat bu toprak ona bir türlü sağlıklı bir güven ortamı sunmuyor. Stavro bir türlü istendiğinden emin olamıyor. Burada pasif bir agresiflik gösteriyor Cahide. Ne kal ne git diyor. İsteniyor muyum, istenmiyor muyum ikilemi çok kötü. Irk, dil, din olmamalı vatandaşlığı tarifleyen. Samimiyetle ait olmak, sahiplenmek, kucaklamak olmalı. Romandan bir politikacının cümlesi: “Bu ülkede Türk soyundan olmayanların hakkı hizmetçi olmak, köle olmaktır.” Sadece bu cümle bile hem soy hem de sınıfsal olarak ayrımcılık dolu. Değil mi?
Yalnızlığa bakışınız romanda kendini nasıl gösteriyor?
Yazı yazma tutkusu giderek yalnızlığımı daha çok sevememe sebep oluyor. Önceleri bu bir fobiydi. Yalnızlık algımın bana hayal ettirdikleri hep kabus gibiydi yazıdan önce. Çaresizlik, sesini duyuramamak, hayatta kalamamak.
Ben hep büyük ailelerde büyüdüm. Hısım, düşmanlık, kıskançlık nedir bilmeyen kocaman sülalelerin parçasıydım. Şanslıyım. Ve bu şansımı kaybetmekten hep çok korktum. Mutlu evlilik, değer bilen evlatlar, özgürlükçü aile büyükleri, baskısız sevgi… Bunlar bulması zor, kaybetmesi çok kolay olan nimetler. Etraftaki kayıplarda, yozlaşmalarda bunları deneyimlemek korkuları daha da büyütüyor.
“Cahide yapayalnızdı. Kendisi ve içki şişeleri. Bir sarhoşluk boyudur ömür diye iç geçirdi.” Bu cümledeki gibi bir kasvetti benim için yalnız kalma korkum.
Yalnızlık, karanlık, sessizlik, hiçlik ve ölüm kokusu ile bezeli benim için. Kıyamet gibi.
Kuklacı’daki karakterlerin her birisi yalnızlığı dramatik biçimde deneyimliyor. En başta sevemeyenler, sonra çok sevenler, sonra hayatın anlamını sevmek üzerine kuranlar… En küçüğünden en büyüğüne. Yeran, David, Şoför Cemal, Yaşlı Titina, Stavro ve belki de en fazla Cahide.
Kuklacı benim için bir milat. Bütün bu karakterlerin yalnızlığını deneyimlediğim için mi bilmiyorum. İthaf sözünde yalnızlar dediğim belki de kendim miydim acaba? Tek bildiğim artık yalnızlığımın kendi açımdan üretkenlik ve iyileştiricilik anlamına geldiği.
Yazım sürecinde gerçeklerden ne kadar ve nasıl esinlendiniz?
Kuklacı’da hayal gibi görünen herşey gerçek, çok gerçek gibi duran herşeyse hayal diye cevap verebilirim. Elleyemediğimiz, dokunamadığımız, neye benzediğini bilmediğimiz ruhlar gerçek mesela. Gene soyut olan kavramlardan aşk, tutku, haz, kıskançlık, arzu, merhamet, eziyet… O duyguların da hepsi gerçek.
Ailemde kaybolan bir Stavro amca hikayesi var. Kayboluşu gerçek. Fakat neden nasıl olduğunu hatırlayan ya da bana anlatan yok. O yüzden tek gerçekliğim hayallerim. Bu da araştırmacı tarafımın alışkanlığı olan sürekli soru üretme hali sayesinde oluyor. Stavro kimdi? Stavro kime benzerdi? Stavro neden kayboldu? Acaba delirdi mi? Yoksa birisi tarafından bir kötülüğe mi uğradı? Milliyetçi tartışmalara girmiş olabilir mi? Acaba alkol kullanır mıydı? Belki de alkollüyken ileri geri konuşmuştu. Ne iş yapardı? Nasıl giyinirdi? Yakışıklı mıydı? Kadınlara nasıl yaklaşırdı? Pekiyi ya o dönemde, kadınlara nasıl yaklaşırdı erkekler? Ya öncesinde? Acaba aşık olmuş mudur Stavro? Herkes benim gibi mi aşık olur? Başka başka aşklar var mıdır? Kim aşkı nasıl yaşar acaba? Okulda aşık olmuştur belki de. Okula gitmiş midir Stavro? Askerlik yapmış mıdır? Azınlıklar askerlik yapar mıydı o dönemde? Yapmayanlar kimlerdir o zaman? Pekiyi ya yapanlar, onlara yönelik kanunlar var mıdır? En iyisi yazmaktı. Çünkü yazmak gerçeğe yaklaşmanın, öğrenmenin, hayal kurmanın en eğlenceli yolu.
Bir diğer gerçeklikse İstanbul’un ölüme ve zamana meydan okuyan büyüleyici mekanları oldu. Kapalıçarşı’nın her bir taşının soluk aldığını, dile geldiğini hissetmiştim mesela. Mekan kimi zaman ölümün karşısında zamansızlığı temsil ediyordu. Kimi zaman tam tersiydi. Zaman, mekan, aşk ve iktidar çeşitli ikilikler yaratmakta hep yardımcıydı.
Bir insan klasiği olarak aldatma… Aldatmanın bu romandaki tarifi nedir?
Genelde kızılır aldatanlara. Kabullenmek istesek de tam olarak beceremeyiz. Yargılamaktan korksak da için için aldatmanın etiği içimizi kemirir. Çoğumuz da acımasızca yargılarız. Aşkın iyileştiriciliği ve mantığımızı kaybettirmesi açısından bakınca çok büyük bir çatışma. Çünkü aşk hep bir sıkışmışlık içinde. Edebiyatta yer bulmuş olmasının sebebi de bu bence. Karakterin düştüğü durumda anlayışımızı, ufkumuzu, affediciliğimizi zorlaması. Hemen aşık olanın tarafına geçeriz kurgularda. Ve adeta onunla arzular, onunla elde etmeye çalışırız aşkı. Bu bir aldatma bile olsa…
Bence aldatma aşağılık bir durum. Çünkü içinde yalan var. Bu aşk hastalığını affetiremeyecek kadar büyük bir yalan. Her yalan gibi söyleyeni de dinleyeni de terletir suçluluktan.
Acı, şüphe, kuşku ve paranoyaya yol açan, güvenden eser olmayan sahneler aldatma sahneleri. Bu açıdan tutku ile yanyana. Sürekli kendi kendini bir kandırma ve ikna etme hali. Kedine bir acıma hali. Burada eksik olan mertlik. Eğer bu aşksa ona sahip çıkılmalıdır. Aşka sahip çıkmaksa mertlik gerektirir. Aldatmaya ihtiyaç duymadan onu yaşamayı. Karakterlerimi seviyorum bu yüzden, yalana başvurmadan, açıklıkla aşkı böyle yaşamanın yollarını aradıkları, bu uğurda kendileri ile mücadele ettikleri için.
Azınlık psikolojisinin bu romana etkisini anlatır mısınız?
Ben Hataylı bir ailenin çocuğuyum. Orada içiçe yaşadığım levanten, yahudi, ortodoks, nusayri ve sünni toplulukların dillerini, adetlerini, kültürlerini hep bir arada deneyimleme şansını buldum. Günümüzde oradaki yaşantıyı, tarihin saklı penceresinden görebildiğim kadarıyla eski İstanbul’da yaşanan kozmopolit yaşantıya benzetebilirim. Tarih genelde ilgimi çeken ve hep kendimi yetersiz hissettiğim bir alandır. Bu yüzden mümkün olduğu kadar tarihi öğrenmek amacıyla yazacağım dönemler ve konular seçmeye çalışırım.
Araştırma alanımda mutlaka azınlık bir grup belirlemek de bir başka öğrenme hevesim. Kendimizi ve başkalarını anlamaya çalıştıkça uzlaşının sağlanabileceğine dair umudum sınırsızdır.
Küçüklüğümde annemin ben ve kardeşime aşıladığı hep şuydu. Bir sorun varsa bu iki taraflıdır! Bu bir boşanma da olsa, toplumsal bir ayrışma da olsa. Beraberliklerde unutulmayacak güzellikte hatıralar da vardır, tarafların tahammülsüz davrandığı ve birbirlerini incittiği anlar da. Hatta kıskançlıklar da. Eğer beraber inşa ettiğiniz geçmişe güveniniz ve saygınız varsa, karşı tarafı dinlemeye devam edersiniz. Onu dinlerseniz tekrar bağışlamak, affetmek ve geleceği beraber inşa etmek için yollar ararsınız. Birini dinlemek onu sevmemizi sağlayabilir. Yaşlı ve çocuklardaki içtenlikte olduğu gibi, o anda duygularımızı ortaya koymadıysak, tartışmadıysak, doğrudan ve içtenlikle çözümlemediysek, içimizde kalanları ısıtıp ısıtıp düşmanın gözüne sokuyorsak… Düğümlerden bir topağın üzerine kuruyoruz yapıyı. Duygularını ifade etmeyi öğrenmeli insan. Yansıtmadan, çarpıtmadan, genellemeden. Ve hatalarını kabullenmeyi, özür dilemeyi aşağılayıcı değil yapıcı tarafıyla algılamalı. Affetmek, affedeni rahatlatır en çok. Ben böyle inanır, böyle yaşarım.
Stavro’nun ailesine, yani Tatavla halkına gelince, onlar, tarih içinde bizler kadar rahat değillerdi. Yüzyılın başında yaşadıkları altyapı sorunları, yangın tehditleri zamanla başka formlarda vücut buldu. Askerlik, mülk ve milliyet gibi konularda yaşadıları kimlik çatışmalarını zorlayıcı vergiler, mübadeleler, nüfus değişimleri takip etti. Ekonomik üstünlüğün bedelini basında yürüyen acımasız propagandalar karşısında ödüyorlardı. Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Olayları, Aşkale çalışma kampı, sınırdışı edilme söylentileri, şehir fısıltıları, kol gezen korkular, milliyetçi bakış açıları… Tüm bu faktörler romandaki bütün karakterlerin psikolojisini etkiliyor. Okurken bu psikolojilerin nasıl davranış sistemlerine dönüştüğüne şahit oluyoruz.
Aidiyetin başka ülkelerde, yabancı dillerde, kilise ve ibadethanelerde aranmasının ve bir türlü kendi memleketinden başka yerde bulunamamasının sebebi sanırım bu.